Türkçe Edebiyatta Modernist Bir Köşe Taşı: 1950 Kuşağı Öykücülüğü

-
Aa
+
a
a
a

Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Yasemin Koç ile 1950 Kuşağı öykücülüğü üzerine konuştuk.

Sahafta kitaplar
1950 Kuşağı öykücülüğü
 

1950 Kuşağı öykücülüğü

podcast servisi: iTunes / RSS

Burcu Şahin: Edebiyat düzleminden konuşursak bildiğimiz gibi iki koldan ilerleyen bir yapıya sahip 50’ler; köy edebiyatı çok güçlü devam ederken bir yandan da biçim, içerik ve işleyiş üzerinden bakınca yeni bir edebi anlayışla karşı karşıyayız. Bu dönüşümü sağlayan nedir diye düşündüğümüzde, 1950’li yıllarda Türkiye’deki siyasal ve kültürel atmosferi çözmek gerekiyor. Dilersen bunu konuşarak başlayalım. Dönemin edebiyatını da etkileyen 50’ler Türkiye’si nasıldı?

Yasemin Koç: 50’ler Türkiye’si bugün hâlâ geriye dönüp baktığımızda çok dinamik, hareketli, aynı zamanda çalkantılı da bir dönem. Tabii burada yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da genel bir hareketlilik içinde olduğunu unutmamak lazım. Söz gelimi Psikanalizimin ve onun tetiklediği Sürrealizm, Dadaizm, Kübizm gibi sanat akımlarının yahut iki büyük dünya savaşının ve onun da tetiklediği Varoluşçu düşüncenin, Fransa’da patlak verip büyük bir yayılma gösteren politik öğrenci hareketlerinin ve avangart sanatın ve daha pek çok etkenin ortaya çıkardığı bir bütünün parçasıyız o dönemde. Nitekim Demokrat Parti ile başlayan çok partili yaşam ve ardından gelen darbe dönemi de, en az, açılan sinemalar-tiyatrolar ve resim galerileri, yazılan kitaplar, çıkan dergiler kadar etkili. Kentleşmenin, büyük iç göç dalgalarının, gecekondulaşmanın da bu müthiş hareketli dönemi beslediğini görüyoruz. Süreli yayınların sayısında büyük bir artış var, çeşitlilik çok fazla mesela. Dönemin bu yanı, başlı başına odaklanılacak bir konu. Üniversitelerdeki ortam da, muhalif hocaların YÖK tarafından okullardan gönderilmesi de başka bir husus. Memleket devasa bir şantiye olmuş diyoruz ya o döneme bakınca, aslında yalnızca köprüler, yollar, binalar gelmemeli aklımıza. Her açıdan bir inşaat sahası gibi. Kurulanlar ve yıkılanlar bir devamlılık içinde hep. Demokratikleşeceğiz, çok sesli olacağız diye çıkılan yolda varış noktası, nasıl oluyorsa, ciddi bir sansür ve baskı dönemi oluyor. Otoriterleşme trajikomik bir hal alıyor sonunda. Sosyolojik olarak daima üzerine düşünülmesi, çalışılması gereken, sonunda hep kendisine döneceğimiz bir kaynak gibi geliyor bana 50’ler. Özellikle de bugüne bakarken, bugünün kökünü, kaynağını geriye doğru takip ederken 50’lerden kayda değer miktarda veri elde edebileceğimizi düşünüyorum.

“Dilin ve anlatımın parlak bir noktası, bir tür ‘magnum opus’ gibi Alemdağ’daki yılan.”

BŞ:  50’lerde yalnızca edebiyatta bir yenileşme yok elbette. Sanatın hemen her dalında; sinemada, resimde de görüyoruz farklılaşmayı. Biz burada Türkçe’de yazılan öyküler üzerinden konuşacağız. “1950 öykücülüğü” dediğimizde ne anlamalıyız, biçim ve temalar neler, kimleri düşünmeliyiz? Ve o ünlü cümleyi de hatırlatarak sorayım Ferit Edgü’nün “hepimiz Sait Faik’ten geliyoruz” ifadesinde çok şık bir yan var evet, ama bu cümleyle bizi götürmek istediği yer neresidir? ‘İpekli Mendil’de ya da ‘Semaver’deki hislere mi, ‘Lüzumsuz Adam’la dolaşırken düşündüklerine mi yoksa ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki her şeyi bitiren sevginin (burada “bir insanı sevmekle bitiyor her şey” cümlesini hatırlayalım) dile getirildiği karamsar ve gerçeküstücü yapıya mı? Yahut bunların tamamına mı?

YK: Bunları birbirinden keskin bir biçimde ayırmak bir yandan zor. Edebi geleneğin, en klişe benzetmeyle, kartopundan çığa doğru ilerleyen yapısını da düşününce… Fakat yıllardır 50 Kuşağı üzerine okuyan, 50 Kuşağı’nı öğrencilere anlatan biri olarak kişisel bir oy kullanma hakkım varsa ben Sait Faik’in paltosunda Alemdağ çizgisini daha çok seziyorum, gözlemliyorum. Hem içerikte hem dilde Sait Faik’in kendi edebiyatına karşı da avangart bir metin Alemdağ. Elbette bundan öncesinde kurduğu dilin de, kendine has dünyasının da önemi, öncülüğü çok açık. Fakat Alemdağ, modern edebiyatımız için, dolayısıyla 50 Kuşağı için dümeni kırmak, rotayı tamamen değiştirmek gibi. Nitekim derslerde de öğrencilerle okuduğumuz ilk metin Alemdağ; yayın yılı 50’lerin henüz başı olmasına rağmen üstelik. Sait Faik’in diğer metinleri içerideki pantolon, gömlek, kazak gibi belki ama bir palto arıyorsak en güçlü adayım Alemdağ’dır diyebilirim. Mesela Demir Özlü de Yeni Ufuklar dergisindeki bir yazısında Alemdağ için, “önümüzdeki kalıplaşmış rasyoneli yıktı; bize duyuşun, bireyliğin, yaratmanın yollarını açtı” diyor. Bilge Karasu da Sait Faik’in ilk dönem hikâyelerinden bahsederken “anlatılmak istenenin, anlatılandan önde koştuğunu” söylüyor. Bu öykülerde dilin sık sık soluğunun kesildiğine, içeriğe yetişemediğine dair bir tespitte bulunur. Oysa son yıllarda Sait Faik’te dilin sürüklenmekten kurtulduğunu, daha incelikli ve bütüncül bir hal aldığını söyler. Bu bakımdan, Alemdağ’ın yazılan son kitap olduğunu da düşünmek gerek belki. Dilin ve anlatımın parlak bir noktası, bir tür magnum opus gibi Alemdağ’daki yılan. Anlatılanlar da, açık bir yapıt olarak okuma çeşitliliği sunuşu da önemli. Sadece Panço bile her okumada, her düzeyden okura başka başka ihtimaller, imgeler yüklenebiliyor. 50’lerde biçim de hakiki bir dönüşüm geçiriyor. Her şeyden önce klasikleşen hikâye kurma yönteminden ciddi oranda vazgeçiliyor. Nasıl başlar, nasıl devam eder ve nasıl biter sorularının standart formülünü bozuyorlar. Cümlenin yapısını söküyor, bozuyor, eksiltiyor, didik didik ediyorlar. Yazım kurallarının bilinçli şekilde delik deşik edilmesi, zamanda ileri geri hareketliliğin artması, kullanılan yeni sözcükler yahut alışıldık sözcüklerin alışılmadık bağlamlarla kullanılması işin bir diğer tarafı. Dilin imgesel-şiirsel boyutunun artması, iç monologlar, bilinç akışı ve benzeri o kadar çok şey sayılabilir ki… Deneysel bir oyun alanıyla karşı karşıya edebiyat artık. Biçim içeriği müthiş destekliyor tabii. Asıl yenilik ve modernleşme de burada zaten. Kuşağın edebiyatını belki de en çok bu işlevsellik, bu bütünleşme güçlendiriyor. Tanzimat’la başladığını iddia ettiğimiz yenileşme, modernleşme asıl anlamını bu dönemde buluyor bana kalırsa. Sadece biçimin ya da sadece içeriğin değişmesi söz konusu değil çünkü. Çok daha bilinçli bir şekilde biçimin içerikle bütünleşmesi ve birlikte dönüşümleri söz konusu. İçerikte de değişim çok kendine has elbette. Anlamsızlık, buhran, endişe, korku, can sıkıntısı gibi, sorunlu bir cinsellik algısı, şiddet ve saldırganlık, intihar, suç işleme dürtüsü, hiçlik fikri gibi… Aylaklar, öfkeliler, bunalmışlar giriyor dünyamıza. Bir de, çoğu zaman dile getirilenin aksine, 50 kuşağı birey odaklı, sadece kentli bireyle ilgilenen bir kuşak değil kesinlikle. Ötekiliklerden azınlık olmaya, iktidar ve otoriteye duyulan tepkilerden içinde barındırdığı feminist tona kadar her yanıyla toplumsal-politik bir kuşak aslında. Bireyi anlatıyor elbette, bireye bakıyor ama “özel olan politiktir” şiarına da uygun bir bakış bu. Çok fazla ismi düşünmek mümkün bu noktada: Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Vüs’at Bener, Bilge Karasu, Sevim Burak, Demir Özlü, Feyyaz Kayacan… Sayısız değerli ismi barındırıyor kuşak.

Erkek bir kanonu her fırsatta yumruklayan, parça parça aşındıran, kendini dişiyle tırnağıyla var eden insanlar. Daha da önemlisi, bugünkü kadın yazısına da büyük oranda güç verenler de onlar.

BŞ: Türkçe edebiyatın seyrini değiştiren çok önemli isimleri andın. Tabii burada herkesi konuşmak çok mümkün olmayacak. O nedenle konuyu biraz daha sınırlandırıp kadın yazısına çekmek istiyorum. Genelde 50 Kuşağı dendiğinde akla ilk gelen isimler erkek yazarlar oluyor ve aslında o dönem edebiyatını da domine eden isimler. Kadın yazarların da bir şekilde o ortamda mücadeleyle kendilerine yer açmaya çalıştığını okuyoruz. Bu anlamda en çarpıcı örneklerden biri Leylâ Erbil’in ‘Bir Kötülük Denemesi’nde anlattığı Tanrıçay. Hâl böyleyken bu mücadelede Nezihe Meriç’ten itibaren hangi yazarları görüyoruz, 60’ları da düşünelim ve hatta günümüze kadar bir harita çıkarmaya çalışsak kimleri anabiliriz?

YK: Leyla Erbil’in oldukça sert bir eleştirisi var bahsettiğin metinde. Ve evet, haklısın; 50’ler de maalesef erkek bir edebiyatın, erkek bir kanonun domine ettiği bir dönem. Bu meseleye uzun uzun değinmek, hatta epeyce isyan etmek de isterim bir kadın olarak. Fakat dikkati erkeklerden alıp kadınlara yöneltme hakkımı kullanmak istiyorum. Bütün bu kanonlaşmaya rağmen ciddi bir direniş, itaatsizlik ve kendini var etme çabası da var bu dönemde çünkü. Leyla Erbil’e “Bir daha hiçbir ödüle aday olmam” dedirten, Sevim Burak’a hak ettiği ödülü alamadığını düşündüğü için, 17 yıl boyunca yazmaya ara verdirten, Sevgi Soysal’ı isyankâr bir neşeye sürükleyen 50’lerin erkekleri, her şeye rağmen onların başarısını, yazma tutkusunu da bastıramamış. Nezihe Meriç’i bu çizgide bir adım daha geriye koyarak, kadın yazınının asıl sesini bu dönemde Sevgi Soysal, Sevim Burak ve Leyla Erbil’den oluşan bir zemine kurmak isterim. Tabii ardından 60’lar, 70’ler gelecek, bugüne dek varacağız. Tezer Özlü, Füruzan, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Nilgün Marmara, Gülten Akın, Didem Madak… Deyim yerindeyse yüksek sesle konuşan, burada olduğunda, var olduğunda ısrar eden kadınlar bunlar. Erkek bir kanonu her fırsatta yumruklayan, parça parça aşındıran, kendini dişiyle tırnağıyla var eden insanlar. Daha da önemlisi, bugünkü kadın yazısına da büyük oranda güç verenler de onlar.

BŞ: Tehlikeli belki ama şöyle genel bir yorum yaparak sormak istiyorum: Kadın yazarların metinlerinde mutlaka bir oyuk açtıklarını düşünüyorum ve oyuğu daima derinleştirmeye çalışıyorlar. Oyma eylemi de aslında tahakküme karşı, dayatılan her şeye karşı bir direniş temsili gibi. Sadece söz sahibi olarak değil de metnin içinde yeniden ve yeniden eyleyen olmak kadının hayatın içindeki konumunu da hatırlatıyor. Günümüze uzanan haritada Nezihe Meriç, Leylâ Erbil, Sevim Burak, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Füruzan vb. yazarların kendi oyuklarından duyurdukları sesler, sözler nelerdir, kimler hangi konulara yoğunlaşıyorlar?

Y.K.: Gerçekten de her biri kendi oyuğunu getirip katıyor bu akışın içine. Hepsine değinmek, bu kısa sürede mümkün değil belki ama daha çok 50 Kuşağı’na odaklanarak, kısaca bahsedebiliriz. Leyla Erbil’in çok belirgin bir politik duruşu var elbette. Doğrudan Türkiye İşçi Partisi ile olan bağlantısını ya da Marx’tan etkileniyor olmasını da kastetmiyorum yalnızca. Daha bütüncül olarak, baba-aile gibi kavramlar üzerinden her tür otoriteye- tahakküme karşı duruşunu düşünmek lazım. Edebiyat ödüllerindeki jüriler bile bundan nasibini alıyor mesela. Özellikle bu baba-aile-evlilik-ataerki gibi birbiriyle bağlantılı denetleme mekanizmalarına karşı alaycılığı, yıkıcılığı dikkatimi çekiyor hep.

Yine Sevgi Soysal’ın 12 Mart döneminde yaşadıkları, tutukluluk süreçleri geliyor aklıma.

Fakat Sevgi Soysal’ın darbelerle yaralanan, sekteye uğrayan hayatı kadar annelik meselesi de evlerden kamusal hayata taşımak istediği kadınlar da dikkat çekici. Sınırı aşan, pencerelerden sokağa taşan, mutfağı ateşe veren, mutfak tezgâhına kan sıçratan kadınlar… Sayısız başka biçimde karşımıza çıkan Tante Rosa’lar aslında. Gündelik rutinin içinden fışkıran o dişil isyanı yani.

Sevim Burak’ın bambaşka oyukları var. Minör bir dil kurmasına sebep olan ötekiliklerinden bahsediyorum; Yahudi kimliği gibi, kadın olmak gibi… İmparatorluktan cumhuriyete doğru değişen azınlık konumları, birdenbire kaybettikleri güç ve statü onun metinlerinde güçlü bir yansıma. Öte yandan öykülerinde rutinde, evlilik içinde boğulan, annelikle beraber deliliğin de sınırlarına iteklenen kadınlar çokça var. Bugün de bitmeyen, gitmeyen bir buhran bu annelik rolü.

Nezihe Meriç’te ise biraz daha Anadolu’ya, taşraya, köy ve kasabalara uzanan bir sıkışmışlık hissi baskın. Daha küçük insanlar mı demeli? Kısmen daha az okumuş, kaderi tamamen başkalarınca çizilmiş kadınlar bunlar. Küçük mutluluklar peşinde, elindeki ev-aile-çocukla yetinmeye, mutlu olmaya çalışan ama içten içe huzursuz, mutsuz, yalnız kadınlar bunlar. İşin kötüsü, pencerelerden sokağa da taşamıyorlar. Hayal kırıklıkları kucaklarında, evin bir köşesinde sıkışıp kalıyorlar, patlayamayan birer düdüklü tencere gibiler.

Bugün geldiğimiz noktada sıkışmayı reddeden kadınların sesi çok daha güçlü. Hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta da güçlü. Hem yazarken hem yazın dünyasında ayakta kalmaya çalışırken üstelik. Kadın yazarların-şairlerin sayısındaki artış da, büyük ödül jürilerine girmeleri de ve tabii o ödülleri alabilmeleri de yıllar süren mücadelenin sonucu. Bu mücadelede de adını andığımız 50 Kuşağı kadınlarının büyük bir itici güç olduğunu biliyoruz.